10 Kasım 2013 Pazar

Reply 1994 diyorum, hiç bitmese diyorum!

Reply 1997’yi (Evet, bin dokuz yüz doksan yedi okuyorum, kim uğraşacak şimdi nineteen bilmem ne bilmem ne diye, biliyorum sen de öyle okuyorsun hiç oradan artizlik yapma!) severek, beğenerek, bağır çağır gülerek izledikten sonra ikinci sezon Reply 1994’te beklentim tavana çıkmıştı elbet. Özellikle “90’lar gibisi yok yea! 90’larda çocuk olmak acayipti arkadaş! Ama biz 90’larda… hede hödö” diye 90’lı yılları böğrüne basan bi’ tip olduğum için yine olmaktan korktuğum yerde, kdramada buldum kendimi.


Bu hafta azıcık biriksin de öyle başlarım dediğim Reply 1994’e siftah yapayım derken 7 bölümü bi’ pinçikte izledim bitti. Çok eğlendim arkadaş! 94 yılında Güney Kore’de ne olmuş ne bitmiş bilmiyoruz, bahsi geçen ünlü isimler, yaşanan önemli olaylar bize “çok da fifi” geliyor; bu yüzden yıpranmaya gerek yok, izlerken camış gibi gülüyor musun? Gülüyorsun!


Dramanın konusu farklı gibi dursa da karakterler ve olayların geliştiği yön açısından hemen hemen Reply 1997 ile aynı. Yine altı kişilik arkadaş grubu, iki erkek arasında kalan esas kızımız, esas adamlardan birine aşık gay oğlan, diğer arkadaşlar arasında pörtleyen aşk, 2013 sahnelerinde esas kızımızın hangi erkekle evlendiğinin soru işareti olması falan fişman…  Konu hakkında bi’ fikri olmayanlar, “Ama nasıl da merak ettik acaba ayrıntılı öğrensek neymiş ki?” diyenler buradan aktarmayla Google’a geçiyorlar.

1997’deki anne-babanın burada yine ebeveyni oynamaları da şahane olmuş. Karakterlerle ilgili diyecek çok bi’ şeyim yok. Ama Çöp hakkında konuşacağım bak! Daha afişi ilk gördüğümde “Kimdi bu yea? Du’ bak… Haa şey bu… Cinderella Man’deki kıvırcık salak bu!” diye hatırlamıştım şapşalı. Neden hatırlıyorsam artık, akla gelecek bi’ tip de değil aslında da işte benim beyin gereksiz şeylere programlanmış ondan hep. “Cücüğe bak başrol kapmış da burada yine salak bi’ tipi oynuyor; zeka küpü tıp öğrencisi ama gel gör ki hayatı hep pislik, hep goy goy… “dedim. Dedim de sonra
olaylar gelişti. (Bundan sonra yazacaklarım fengörllük çerçevesinde ilerleyecektir, bilginize.)

Lakabı “Çöp” olan esas oğlanımız 4. bölüm itibariyle kalbime bizonların tepişmesine sebep oldu. Bütün pisliği, osuruklu şakları, andavallığı, aynştayn zekası, düşünceli halleri, karın kasları, koca adamı 5 yaşındaki çocuğa dönüştüren gülümsemesiyle ideal erkeği gördüm ben hanım! Klasik kusursuz, parfüm kokan kdrama erkeğinden bi’ uzay yolu farklı olmasına rağmen benim gözümde 1 numaralı kdrama namcası oldu, takip listesine ekledim salağı. (Salak ama kalpli salak, sevgi sözcüğü olarak salak )



Sonuç olarak yine keşke hiç bitmese dediğim ama 13 bölüm sonra bitecek bi’ kdrama buldum kendime. Hep daha da kdrama izlemem diyorum; yine gidip güzelli, komikli bi’ tane yapıyorsunuz Güney Kore eğlence sektörü insanları! Çok hovardasınız yine!


NOT: Na Jung “Oppa yaa!” dedikçe gözlük kabıyla ağzına ağzına çakasım geliyor! Bi’ sus be kızım be, bi’ git o saçları tara be!

29 Ekim 2013 Salı

Hair wrap bizim işimiz!

Aylarca sacıma hair wrap yaptıracağım diye rastacı aradım, internetten mailler attım, sağa sola haber saldım. Bi’ tanesi de çıkıp: “Gel hadi, gel öreyim şu saçını renkli renkli ipliklerle boncuklarla süsleyeyim, gel tamam ağlama!” demedi. Ben hayatımı anlamsız, antin kuntin işlere adamış insanım, yıldırır mı bunlar beni?! Gittim araştırdım, öğrendim arkadaş! Sonuç olarak biz ergenliğimizde sabunla saçımıza rasta yapmış, koli kalemleriyle saç boyamış bir nesiliz, iki iplikten mi korkacağız?! Oturdum kendi wrap rastamı kendim yaptım, çok da güzel yaptım!

Hatta şimdi diyorum ki bunu az daha geliştirsem, yaysam millete, tanesini 20 liradan yapsam. Önce 20 ile başlar sonradan boncuk sayısına göre 30-35 falan derken yürürüm, giderim… Olur yani bu iş neden olmasın?! Bi’ bakmışın hair wrap dükkan zincirimi kurmuşum falan… Gülme bence, parayı bulunca o gevrek gevrek gülen yüzüne milyon dolarlarımla vururum bak!  :v

12 Ekim 2013 Cumartesi

G Dragon’u getirin bana!

Şimdi öncelikle belirteyim G Dragon’un ağzını burnunu kırdığım, saçını çekip tükürüp kaçtığım bi’ yazı bu. O yüzden sevenleri hiç okumasın! Okuyan da gelip bık bık etmesin! Ben bu çocuğu hiç sevmiyorum arkadaş, o kadar sevmiyorum ki sevmediğimi özel olarak belirttiğim bi’ yazı yazıyorum, düşün o derece. Nereden başlasam bilmiyorum; girdiği her tipi, yaptığı her anlamsız saç şeklini, ağzını yüzünü çemçükleştirerek çektirdiği fotoların hepsini ayrı ayrı itici bulup; asiyim, oh çok çılgınım, heyoo party time! temalı videolarının tümünü lanetliyorum!


Menajeri, arkadaşları yakın çevresi sizinde yatacak yeriniz yok! Yahu hiç mi sevmiyorsunuz şu çocuğu bi’ uyarmıyorsunuz! Biri de çıkıp demiyor ki “ Nabıyon arkadaş sen yea? İbişe dönmüşün halen neyin saçındasın, neyin asiliğindesin? Ayrıca yapışkanlı dövme mi o kolundaki Allah belanı…” Tamam, anlıyorum bu k-pop zımbırtısında böyle şeyler mübah ama bununki çok özenti duruyor be arkadaş! Beceremiyor bu, alın şunu pistten! G Dragon benim için Mazlum! Onu bana getirin!

Her yerde karşıma çıktığı için dayanamadım artık, bi’ çemkireyim dedim. Biri tedavisini üstlensin şu çocuğun, el birliğiyle ergenlikten çıkmasına yardım edelim. Gerekirse alıp bi’ dericinin yanına çırak diye verelim meslek öğrensin, olmadı askere gönderelim orada komutanlara ağzını çemçük yapsın bol bol dayak yesin. Baktık hiç olmuyor gönderelim bi’ köye orada tarla biçsin, koyun gütsün bi’ işe yarasın. 

21 Nisan 2013 Pazar

Ben Bu Filmi Daha Önce Nasıl İzlemem Vol. Bilmem Kaç: Go!


Geçen akşam bir manga uyarlaması olan Helter Skelter’ı izledim. Mangasını okumadığım için live action’ı hakkında şöyle böyle diye konuşamayacağım ama vasat bir filmdi diyebilirim. Neyse zaten konumuzda Helter Skelter değil Yosuke Kubozuka!


Helter Skelter ne kadar tırt olursa olsun, Joseph Gordon Levitt ve Heath Ledger karışımından oluşan Yosuke Kubozuka’yı keşfetmemek elde değildi. Kimmiş bu derken öğrendim ki kendisi ödüllü mödüllü yetenekli bir oyuncu, reggae'ye gönül vermiş bir müzisyen, 17 yaşında gibi dursa da çoluklu çocuklu bir adammış. Bir de 2004 yılında 9. kattan aşağıya düşüp hayatta kalması gibi bir mucizesi de mevcutmuş. Neyse bak böyle anlatırken birden aklıma geldi konumuz Yosuke de değil, Go idi.

Yosuke’nin İlyada Destanı misali uzayıp giden filmografisinden daha önce bir tane bile filmini izlememiş olmam da haliyle içimdeki araştırmacıyı ortaya çıkardı. Baktım ki bol ödüllü bir film duruyor orada, hemen usulca yanaştım. Ne de güzel yapmışım ki uzun zamandır izlediğim en iyi Japon filmini izlemiş oldum.


Sugihara, “ Bu benim aşk hikâyem” diyerek anlatıyor hikâyesini ama siz ona inanmayın. Aşk dışında çok farklı, çok derin mevzular dönüyor filmde. Babası Kuzey Koreli bir boksör, annesi ise Japon olan Sugihara ki bir diğer adı Lee Jong Ho, Japonya’da doğmuş büyümüş bir Kuzey Koreli’dir. Japonya’da bir Kore okuluna gitmektedir. Daha sonra ise Kore okulunda hâkim olan ideolojiye karşı çıkar ve Japon okuluna transfer olur. Böylece biz de Sugihara’nın dünyasına girerek, hikâyesine tanıklık ederiz.


Öncelikle belirteyim; ben Go’yu inanılmaz sevdim. Film; ırkçılık, vatanseverlik, ayrımcılık gibi konuları tam kıvamında tutturmuş, üzerine tatlı niyetine aşk serpiştirmiş, başarılı oyuncular ve oyunculuklarla güzel bir sunum eşliğinde servise hazır etmiş. Türü dram olarak geçse de pek çok sahneyi eğlenerek izlediğimi söyleyebilirim. Özellikle Sugihara ve babası arasında geçen her diyalogda, her dövüş sahnesinde şen kahkahalar attım. Senaryosu, oyuncuları bir yana ben filmin en çok anlatım dilini sevdim. Tamam, Japonya ile Kore arasındaki nefret tokat gibi çarpıveriyor insanın yüzüne ama temelde yatan ırkçılık mevzusunun damardan verilen bir dramla değil de, bir ergenin gözünden zaman zaman eğlenceli şekilde anlatılması pek hoşuma gitti. Yosuke de bu filmle aldığı ödülleri dibine kadar hak etmiş, hiç lafım yok! Filmi izlerken de sürekli olarak “Yalnız var ya bunlar, Yosuke - Joseph Gordon Levitt - Heath Ledger birleşseler Voltran’ı oluştururlar arkadaş bu nasıl benzerlik?!” diye düşünüp durdum :D Cidden benziyorlar inanmazsan bak Google orada, ona sor! :D

Diyeceğim o ki; “Ne zamandır güzel bir film izlemiyoruz be!” diye sızlananlar varsa, Go’yu es geçmesinler. Tabii benim gibi bu filmi izlemek için 12 sene geç kalanlar varsa… :D

14 Nisan 2013 Pazar

Yepisyeni bi' kdrama: When a Man Loves


Hazır bloga geri dönmüş haldur huldur yazıyorken aynı hızla devam edeyim diyorum. Du’ bak şimdi ilk kez kdrama inceleme şeysi yazacağım. Bu aralar bir sürü yeni drama başladı, baktım orada bi’ Song Seung Hun gördüm; tamam, dedim budur!

Söylemeye bile gerek yok When a Man Loves yine çılgınlar gibi klişelerle dolu bir drama. Bi’ kere zaten konusu temcit pilavı gibi habire önümüze serilen konulardan biri. Şimdi uzun uzadıya konusunu anlatamayacağım zaten herkes biliyordur ama eşsiz bir düz bakış açısıyla dramanın olayı şu: Özünde iyi ama çevresi kötü karizmatik bi’ adam, zor durumdaki fakir kıza aşık olur; ona yardım eder, olaylar gelişir. Daha 2 bölüm izledim, 2 bölümden sonra diyeceğim ilk şey: Biz Song Seung Hun’u farklı bir rolde göremeyecek miyiz arkadaş?!


Seung Hun yine bildiğimiz gibi ağız yüz dağıtsa bile kalbi çikolatalı pasta gibi olan, siyah takım elbiseli, boğum boğum kaslı haşin erkek… Şu adamcağız bu imajdan bir türlü kurtulamadı! My Princess’de düzgün bi’ adamdı ama onda da yine kasıla kasıla geziniyordu; yine bir soğukluk, bir ciddiyet, bilmem ne... Gerçi bak şimdi düşününce o yüz hatlarıyla adam şebelek bi’ romantik komedide oynayamaz ki, siz de haklısınız yapımcılar! :v Şimdi durduk yere adamı duvardan duvara vurmuş gibi oldum ama aslen öyle değil. Ben kendisinin gerek dramalardaki duş sahneleri, gerekse Twitter’ında paylaştığı tatil fotoğraflarıyla dünya dişileri için çok hayırlı işler yapan bir adam olduğunu düşünüyorum keh keh!

Şu esas kız için de iki çift lafım olacak. Gerçekten eğer Mi Do rolü için ifadesiz, mahkeme duvarı suratlı, soğuk nevale ve ölümcül itici bir kız düşündülerse bu hanım kızımızdan daha iyisini bulamazlardı herhalde. Hayır, düşünüyorum düşünüyorum Tae Sang sevilecek hiçbir yanı olmayan bu gamlı baykuş kızın nesinden etkilendi diye. İşte böyle olunca da daha baştan benim bu aşka inancım kalmıyor: D


İşte yine geçen gün yazdığım şeye geliyorum; ne kadar klişe de olsa, saçmalıklar birbiri ardına dizilse de (ki ilk bölümde Tae Sang’ın kendisine fırlatılan bardağı havada yakalaması ve ardından bardağı sıkarak kırması epikti: D), başrol kızları sevmesem de (ki genelde sevmem, özellikle tabak suratlı, mimiksiz olanları ayrı bi’ sevmem: D) 3. bölümü merakla bekliyorum. Kötü bir drama diyemem ama aklımızı başımızdan alacak kadar şahane de değil. Zaten genel olarak dramalarda karakter derinliği, olay örgüsünde bütünlük, tutarlı bir hikaye akışı olmadığı için (Hepsinde yok değil elbet bu dediklerimi barındıran müthiş dramalarda var ama iki dakika salça olma, genelleme yapıyoruz burada: D) vakit geçirmek için gayet uygun bir seçimdir diye düşünmekteyim.

Son olarak saçları soğan kabuğu ile mor karşımı bir renk olan amcaya sormak istiyorum: Neden bu yaşta bu asilik? :v

8 Nisan 2013 Pazartesi

Layne Gideli 11 Sene Olmuş…


Sene 2002 ben o zamanlar lisedeyim; asi, metalci ergen takıldığım dönemlerim. Hayatım sadece müzikten oluşuyor; sabah akşam MTV, VH1 izliyorum. Ordan buradan 90’lı yılların Blue Jean dergilerini topluyorum, biriktirdiğim üç kuruş parayı sevdiğim grupların kasetlerine ve yabancı müzik dergilerine harcıyorum. Hayatım boyunca ölümüne fanı olduğum tek grup Metallica’nın kendileri ile can ciğer olması vesilesiyle Alice in Chains ile tanışıyorum.

Önce MTV Unplugged albümlerini alıyorum. Oldum olası çok sevmişimdir MTV’nin Unplugged zımbırtısını. O kadar çok seviyorum ki Layne’nin sesini duymadan bi’ gün geçiremez oluyorum. Sonra üç bacaklı köpek kapaklı Alice in Chains albümünü alıyorum, sonra Facelift derken odamın boş kalan duvarları Alice in Chains posterleriyle doluyor.

O dönemde etrafımda Alice in Chains’in varlığından haberdar bi’ ben, bi’ Elvan olduğu için kendimi Alice in Chains’in ülke sınırları içerisindeki tek fanı zannediyorum. Sonraları internetin evimize girmesiyle beraber benimle aynı müzik zevkini paylaşan insanlar olduğunu fark edip bir aydınlanma yaşıyorum ama o zamanlar Alice in Chains’i  bi’ tek ben seviyorum, çok seviyorum!

11 sene önce 5 Nisan’da ailemle beraber arabayla halamlara giderken radyodan duyuyorum Layne’in ölüm haberini. Çok net hatırlıyorum: “90’lara damgasını vuran grunge akımının önde gelen gruplarından Alice in Chains’in vokali Layne Staley evinde ölü bulundu.” diyor. Duyduğum anda bembeyaz kesilip ağlamaya başlamamla annemin şaşkınlıkla yüzüme bakması bir oluyor. Halama gittiğimizde oturma odasındaki koltuğa uzanıp sessiz sessiz ağlıyorum, eve dönerken ağlamamı tutmaya çalışıp odama girer girmez koyveriyorum, Elvan’ı arayıp böyle bi’ şey nasıl olur diye sızlanıyorum…

Layne ölmeden birkaç gün önce yine mezarlık yolundan geçerek okuldan kaçıp Akmar’da eski dergilere bakıyoruz. Param yetmediği için alamadığım yabancı bir derginin içinden gizlice Alice in Chains ile ilgili haberin olduğu sayfayı yırtıyorum. Bir hafta sonra Layne gidiyor, ben o haber fotoğrafındaki mavi saçlı Layne’i okul sırama çiziyorum ve o mavi saçlı melek Layne ben mezun olana kadar sıramın en özel köşesinde duruyor.

Şimdi bakıyorum; gidişinin arkasından en çok üzüldüğüm o tanımadığım insanın ölümünün üzerinden 11 sene geçmiş. Şu an I Stay Away dinliyorum ve yaşasaydı 2010’da gittiğim Alice in Chains konseri benim için öyle buruk olmayacaktı, yaşasaydı kim bilir ne harika şarkılara imza atacaktı diye düşünüyorum. 11 sene geçmesine rağmen halen her sesini duyduğumda kalbim bi’ garip oluyor.

Aslında bu konuda bir şey yazmayacaktım, sessiz sedasız 5 Nisan’ı geçirmiştim ama bugün yedek ipod kulaklığımı ararken dolaptaki Alice in Chains kasetleriyle göz göze gelince dayanamadım… Bu da öyle Layne’e özlem duyduğum, buruk, nostalji kokan bir yazı oldu işte…

27 Mart 2013 Çarşamba

K-Drama Dediğin Şey…


Uzunca bir aradan sonra “yazmasaydım ölürdüm” dediğim bir konuyla geri dönüş yaptım sana sevgili bloğum! “Bu kadar zamandır neden hiç yazmadın vicdansız zalım?!” diyorsun ama  ben hayat denilen o dikenli o yolda bir o yana bir bu yana savrulur, sabah 9- akşam 6 mesai yapıp bir de oradan oraya röportaj peşinde koşarken gözlerimle yaş, kalbimde sızıyla hep seni düşündüm. Yazacak çok şeyim vardı ama yorgunluktan akşamları 11’de uykum geliyordu, ayrılık bizim için kaçınılmazdı. :D

İşte bu dönemde hayatımı çekilir kılan üç beş şeyden biri olan k-dramalar hakkında bir şeyler yazmazsam başıma bir şey gelecekmiş gibi hissettim. O yüzden “Ay şu güzeldi, şu içimi kıydı, bu bilmem neydi” demeden k-drama klişelerine bodozlama dalayım dedim.

Ben de bu camianın eskilerinden değilim ama hatırı sayılır sayıda drama izledim diyebilirim. Allah seni inandırsın insan işsizken vakit bolluğundan TV’de “Su Gibi” bile izleyebiliyor. Hatta ben bir keresinde işsizlikten anneannemle birlikte Arka Sokaklar’ı bile izlemiştim ki hala daha o günü unutmaya çalışırım. Neyse işte böyle bir dönemde ben de animelere biraz ara verdim ve kendimi k-drama’nın kollarında buldum.
Şimdi yazacağım şeyler gerçektir. Bilen zaten bilir, bilmeyen de izleyip kendi görebilir. :D

Esas Kız - Esas Oğlan İlişkisi: “Zıt Kutuplar Birbirini Çeker” Lafına İnanmak
K-drama denilen kavramın değişmez birinci kuralı; konu değişir ama karakterler değişmez. Esas oğlan illa ki zengindir, illa ki sevmediği zengin bir kızla nişanlıdır ve illa ki soğuk bi’ tiptir. Götü kalkık, yakışıklı ve bir o kadar kaslıdır. O kaslar daha ilk bölümden bir duş sahnesi ile izleyiciye gösterilir. Alternatif versiyonunda ise esas oğlan yine zengindir, unutamadığı eski bir kız arkadaşı ya da uzun süredir platonik takıldığı bir kız vardır. Bu versiyondaki esas oğlan beceriksiz ve bir halta yaramaz bir tiptir. Abujisi ya da halmonisi sürekli “ senden bi’ cacık olmaz acık adam ol da şu şirketin başına geç, bilmem ne şirketinin başkanının kızıyla evlen!” diye zırvalar durur. Esas kız mutlaka çirkindir ve o zamana kadar hiç erkek arkadaşı olmamıştır. Ölümcül andavaldır, fakirdir ve ayı gibi yemek yer. Hiç kimse anlam veremez ama o elin zengin piçi gider kimsenin yüzüne bakmadığı o kıza aşık olur. İşte o an çirkin şansı devreye girer. Tesadüfler yağmur olur yağar. Bunları bir araya getirmek için akla mantığa sığmayacak olaylar olur. Ben, sabahları aynı saate aynı yoldan işe gittiğim arkadaşımla bile otobüste karşılamazken k-dramalar über tesadüfleriyle çılgın atar. Bekliyorum ben bir tanesinde zengin çocuğun parası dönüp dolaşıp fakir kızın cüzdanına gelecek ve tanışacaklar diye. Yapacaklar bunu inanıyorum.


Esas Kız - Esas Oğlan Yakınlaşması: O Islak Bez O Alna Konacak!
Elbette ki elemanlarımızın birbirine aşık olması için belli aşamalar vardır. Önce mutlaka birbirlerinden nefret edeceklerdir, kavga kaçınılmazdır. İlla sürekli aynı ortamda bulunmalarını gerektiren bir şeyler olur. İlk önce taraflardan biri diğerine bir konuda yardım eder ve hafiften yakınlaşma başlar. Akabinde taraflardan biri yağmurda kalır hemen yatak döşek hasta olur. Tepesine iki damla su yedi diye anında bilinci kapanır, ateşler içinde yatar zavallıcık. Diğeri de bütün gece elinde leğenle başında bekler. Alnına ıslak havlu koyar, hastanın sabaha bir boku kalmaz. Alna konan ıslak müthiş bir tedavi yönetimidir. Çünkü elemanımız havluya sevgisini katar. Bir diğer yakınlaşma da yemek yerken yaşanır. Nefes almadan öküz gibi yemek yiyen esas kızın dudağının kenarında yemek kalır. Esas oğlanımız midesi kalkmadan yemek artığını eliyle kızın dudağından siler. Sonra da o elini yıkamaz, pis pis etrafa dokunur. Yakınlaşmanın başka bir boyutu da paçoz kızın iki makyaj yapıp, saçına fön çektirip, elbise giyerek sanki dünyanın en güzel yaratığına dönüşmesi ile gerçekleşir. Oğlanımız tren görmüş gibi bakakalır, o an ki heyecanla etrafta bir şeyleri devirebilir falan fişman…Unutmadan kız sarhoş olur erkek onu sırtında taşır. Değişmez bak asla! Bu sahnenin olmadığı bir k-drama k-drama değildir. Bir de kızımız uyuduğunu zannettiği esas oğlanın kirpiklerine dokunur. En can alıcı sahnelerden biridir, gereklidir.


Esas Kız - Esas Oğlan Ayrılığı: Yılan Kadın ve Erkek Kardeş Sorunsalı
Taze aşıklar daha aşklarını doyasıya yaşayamadan bunları ayıracak birileri mutlaka çıkar. Bu genelde esas oğlanın uzun süredir ortalarda görülmeyen eski sevgilisinin ortaya çıkması ya da esas kıza aşık başka bir erkeğin aşkını itiraf etmesi ile gerçekleşir. Aynı kıza aşık iki kardeşin hikayesi çok popülerdir. Öyle ki artık bundan gına gelmiştir. Kardeş kontenjanı doluysa kuzen, kuzen yoksa yakın bir arkadaş bu boşluğu doldurur. Ama kesinlikle esas oğlana yakın bir erkek daha kıza aşık olacaktır! Ama tabii ki onların büyük aşkını kimse bozamayacaktır.He bak bu önemli; esas elemanlardan birinin ya da sadece esas elemanların bildiği bir sır vardır. Hiç şaşmaz bu sır 9. bölümde falan ortaya çıkar. Eğer dizi 24 bölümse bu 13.-14. bölüme tekabül eder. Bu sır da aşıklarımızın arasına nifak tohumu ekebilir, kısa süreli ayrılığa sebep olabilir. Ama onların meselesine karışmaya gerek yoktur. 2 bölüm sonra onlar barışır biz kötü oluruz, bırakın ne halleri varsa görsünlerdir:D


Esas Kız - Esas Oğlan Kavuşması: Final Tırtlığı
Su yolunu bulur çiftimiz bir şekilde yeniden bir araya gelir. Final bellidir çoğunlukla mutlu son görürüz. Çiftimiz evlenip bir yastıkta kocar. En çetrefilli, gizemli, mevzulu dramanın bile finali şaşırtmaz. Zaten en baştan son tahmin edilebilir. Bu yüzden de finale mal mal bakarız. Ama yine de bitince insanın içini bir hüzün kaplar. Artık bu k-dramaların içine ne katıyorlarsa devasa klişelere rağmen bünyede müthiş bağımlılık yapar.

İşte ben de kendime şunu soruyorum bazı bazı: Arkadaş bu sürekli kendini tekrar eden, klişe manyağı zımbırtıları niye bu kadar seviyorum ben?!
Cevabı bulamayınca da açıp iki bölüm daha drama izliyorum, iyi geliyor. ^^