19 Kasım 2010 Cuma

Kubo'ya Mektuplar Vol.III

Sevgili Kubo,
Nasılsın kuzum? Uzun zamandır ses edemedim sana malum iş, güç ama sanma Bleach'i boşladım. Gözüm üzerinde dediysem gözüm üzerindedir! Hayırlısı olsun iyisiyle kötüsüyle Fake Karakura Town Arc'ı geride bıraktık. İyi oldu yoksa Deicide serisi 54779'lara falan gelecek diye pek tırsıyordum. O kadar sallamıyordun ki chapter'lara isim verme gereği bile duymuyordun, yedik sanma!

Bu arc bitti de yeni arc nasıl tırt başladı bal pilavı Kubo'cuğum? Ichigo o kadar afra tafra yaptı, saçları uzattı, kakkoii havalarda ortamların efendisi oldu. Eee? Pıstı kaldı, senin benim gibi insan oldu be kuzum! Tamam biliyoruz shinigami güçlerini yavrucuğa geri vereceksin de sakın en baştan bütün seriyi bize tekrarlatma! Bak baştan uyarıyorum, seni yakarım! Biz gördük göreceğimizi.
Yeni karakterler sokuşturmuşsun çok az var çünkü haklısın. Bak olmasın demiyorum olsun ama usturuplu yap! Ayrıca Ichigo kaç yaşına geldi, delikanlı oldu. Yap şu Rukia'yla aralarını artık! Yuva yapanın yuvası olur kuzum gel lafımı dinle.

Ayrıca patronun bayram tatili nedeniyle gezmelerde diye işi asma! Kendisiyle skype üzerinden, bu bayram 4 kişi danaya girelim diye muhabbet ederken laf sana geldi. "Ne yapıyor bizim kereta Intergalactic?" dedi. Ses etmedim. Bu kıyağımı unutma.
Kuzum bayram geldi git ananın babanın elini öp, tatlıyı fazla kaçırma mideni bozma, dediklerimi de unutma!
Sevgilerle
Intergalactic Girl

5 Eylül 2010 Pazar

Kubo'ya Mektuplar Vol.II

Sevgili Kubo,
Nasılsın? İyisin iyisin! Bakıyorum geçen mektubum seni çok sarsmış. Okuduktan sonra duvara yüzünü dönüp 10 dakika sessizce kendinden utanmış, Bleach'i adam edebilmek için düşüncelere dalmışsın. Aferim! Büyük ölçüde gelişim gösterdiğini görüyorum amaaa...

Kuzum ne oldu Gin'e öyle? Hani bu adam yılandı, sinsiydi carttı curttu?! Meğer içinde romantik prens yatıyormuş da bize çaktırmamış. Hadi tamam dedim adam sevmiş kızı intikam için beklemiş o kadar ama bu kadar çabuk harcamasaydın bari herifi! Nedir son durum öldü mü kaldı mı? Öldürme sakın, delirtme insanı!


Beni bilirsin oldum olası çilek marmelatı Ichigo'yu sevemedim, ısınamadım bir türlü. Ama o nasıl bir şey oldu öyle? His dünyasında ne fırtınalar koptu bu oğlanın da karizma şahanesi yaratığa dönüştü? Artist hareketlenmeler görüyorum Ichigo'da. Saçlar da supersonic olmuş gözümden kaçmadı. Şimdi iyi güzel sen bu çilekli sütü, çilekli votkaya dönüştürdün, hayvani güç kazandı falan ama diğer shinigamilerin değeri düştü be kuzum!

Bak demiyorum ki kötü gidiyor az biraz heyecan oldu bünyelerde ama gidişat beni endişendirmeye devam ediyor bilesin. Halen patronunla irtibat halindeyim. Geçen Facebook'da yolladığı komik videoya yorum yaparken senin iş meselesini hatırlattım. Gözüm üzerinde içini ferah tut Intergalactic dedi. Haberin ola! Kendine çok iyi bak, dediklerimi aklından çıkarma! Havalar hafiften soğudu içine fanila giy, belini üşütme!
Sevgilerle
Intergalactic Girl ^^

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Adım Adım Eyeliner

Ezelden beri eyeliner'ı kusursuz sürebilen kadınlara hayran olan dişi insan! Sen istemez misin bir Kleopatra havası, nasıl desem bir Audrey Hepburn esintisi?
"Hangimiz istemedik?" sorarım sana! "Ne kadar da beceriksizim." diye panik yapma. Yanlız değilsin, senden önce niceleri bu yolda azimle, adım adım ilerlerdi. Senin neyin eksik? Buyur, sen de uygula...

Eyeliner'a Giriş I

Çevrede bu konuda master yapmış kişilerden alınan tavsiye sonucunda aman yamuk yumuk olmasın korkusuna karşın önce kirpik dibine göz kalemi sürülür. Üzerine eyeliner geçilir. Geçilir de ne olur? Yahu oraya yamuk olmasın diye kalemle çizgi çizdin değil mi? Laf dinlesene azıcık, takip etsene o çizgiyi! Sonucu hepimiz biliyoruz. Bir iki hafta bu işlem üzerinde çalışılır. Çalışmalar süresince eyeliner'ı göze kaçırmak adettendir. Günler geçen denemeler sonunda uyduramadık yan gitti mantığı devreye girer ve bir sonraki levela geçiş yapılır.

Eyeliner'a Giriş II - Kuyruk Oluşturma Methodları

Öyle ve ya böyle gözü çekiştirmek suretiyle kirpik diplerine eyeliner sürüldü diyelim. Sıra geldi can alıcı kısma: Gözün bittiği yerden uzayan giden kuyruk meselesi. Yukarı doğru bir çizgi çizilir, "Yok olmadı, bu ne böyle ya!" diyerek peçeteyle silme işlemi başlar.Yeni bir deneme yapılır, bu sefer çizgi göz hizasında çekilir. " Ay Ramses'e döndüm yemin ederim!" diyerek yeni bir peçete alınır. Hadi bu sefer olacak umuduyla bir kez daha deneme yapılır. "Valla bu sefer oldu sanki!" diyip kendini kandıran birey, sevinçten etrafında kelebekler uçuşa uçuşa aynı işlemleri diğer göze uygulamaya girişir.

İleri Eyeliner - Sağ Göz Sol Göz Sorunsalı

Hadi sol göze ite kaka eyeliner sürüldü diyelim. Aşağı yukarı yarım saat harcandı gitti. Sağ göz için ise bu süre -kişinin becerisiyle orantılı olarak- iki katına çıkabilmektedir. "Ama az önce yapmıştım, şimdi neden olmadı ki yaaa?!" gibi serzenişler, "Ben nasıl kızım? Bak Angelina'nın gözler yakıyor, benimki neden öyle değil yaa!" gibi abuk subuk karşılaştırmalar, saf saf özenmeler görülebilir. Sağ gözle sol gözü aynı şekilde yapmak üstün yetenek ister. Senin daha uzunca yolun var. Ayrıca saçmalama lütfen, Angelina diyorsun yaa!

Eyeliner'da Son Nokta - Artistlik Dönemi

Kırk saat uğraşarak sonunda bir şeyi becerebilme başarısı yakalayan birey, birden kendini başka boyutta görmeye başlar. Ayna karşısında geçen saatleri günleri bir çırpıda unutarak "Elimden de her iş gelir he, yapamayacağım şey yok!" gibisinden, ağız bir yana başka uzuvlarla gülünecek laflar etmeye başlar. Üzerine gitmemek gerekir. Sonuç olarak kan, ter, gözyaşı dökerek başarı yakalanmıştır. Bundan sonra yapılması gereken "oldum ben" demeden pratik yapmaya devam edip, el çabukluğu kazanmaktır. Kıvama gelindikten sonra nasıl kullanıldığı, ne işe yaradığı tarafımca tam olarak kavranamamış olan "Kirpik Kıvırtan Zımbırtı" derslerine geçmek serbesttir.

30 Temmuz 2010 Cuma

Kubo'ya Kucak Dolusu Sevgiler

Sevgili Kubo,
Nasılsın? İyisindir inşallah. Beni sorarsan sayende sinir hastası kıvamına geldim kuzum. Nedir bu Bleach'in hali? Manga yine tırtlıktan geçilmiyor. Kaç chapter oldu sabırla bekliyorum, hadi şimdi çocuğu sıkıştırmayayım bir şey yazmayayım, elbet vardır bir bildiği diyorum ama... Nerdee!
Ne zaman Isshin'e "Getsuga Tensho" dedirttin, yüreciğim hop etti, dur dedim oluyor bir şeyler sonrasında pıstın kaldın. Yavrum, çilek beyinli Ichigo'nun eften püften arkadaşlarıyla zaman kaybedeceğine kralların kralı Zaraki'yle, genç kızların sevgilisi asortik Byakuya'yı geri getirsene!


Peki ya 414 neydi öyle? Aman bir şaşırdık bir şaşırdık. Kurt suratlı Gin'den böyle bir hareket beklemiyorduk, hiç birimiz düşünemedik bunu. Kuzum dalga mı geçiyorsun ? Gin'nin ne mal olduğunu dünya alem öğrendi, herkes biliyordu zaten Aizen'e kelek yapacağını.
Olmuyor Kubo'cum olmuyor! Bak yine sinirlendim tansiyonum çıktı senin yüzünden. Tez vakitte kendini topla, işini ciddiye al. Hikayeyi mundar etme! Zaten Ulqi'yi öldürdüğünde yazdım seni kara listeye, şu Isshin'nin olayı en kısa zamanda açıklamazsan kendini kapının önünde bulursun benden söylemesi. Patronunla konuştum haberi var.
Kendine çok iyi bak, banyodan sonra saçlarını kurut, hasta olma!
Sevgilerle
Intergalactic Girl ^^

18 Temmuz 2010 Pazar

Ay Çok Pis Kokuyorsun!

İki gündür, Alice in Chains official sayfasında yazan "Türkler pis kokuyor." içerikli blog hadisesi üzerine yapılan yorumları takip halindeyim. Gruba edilen hakaretler mi desem, küfürler mi desem, bir ton şey dönüyor. Hepimiz alışmışız "İstanbul çok güzel, kepap güzel, rakı güzel, yine gelecek ben." tarzı laflara, olumsuz bir şey duyduk mu tutabilene aşkolsun.

Öncelikle gruba sövmenin hiç bir mantığı yok. Çünkü blogu yazan Alice in Chains elemanları değil, roadie'lerden biri. "Dünyanın en yüzeysel adamı" ünvanını layıkıyla hakeden bu adam kaldıkları otelde 3 kez asansöre binmiş, üçünde de asansör ter kokuyormuş. Edindiği bu tecrübe sonucunda  "Türklerin deodorant sorunu var." yargısına varmış.

Şimdi bir; bu adamın, o otelde envai çeşit milletten insanın kaldığını düşünemeyecek kadar gerizekalı olduğu ortada. Çünkü sadece Türkler terleyince kötü kokar, bir Amerikalı olsun, İngiliz olsun, Fransız olsun terledi mi etrafı bahar çiçekleri kokusu sarar.
İki; adam İstanbul'da kaldıkları süre boyunca otelden hiç çıkmadan İstanbul için "Daha önce gördüğüm hiç bir şehre benzemiyor." diyor. Buna yorum dahi yapamıyorum.
Üç; bu adam sadece Türkiye için değil, gittikleri tüm ülkeler için müzik, seyirci, ne bileyim ses sistemi hakkında yorum yapacağı yerde ıvır zıvırla uğraşmış. Yani bize özel bir durum değil.
Dört; Adamın "Aman ya bomba atılırsa, ya teröristler basarsa,  kendimi hiç güvende hissetmedim." ana temalı laflarına hiç girmiyorum, girmek istemiyorum bile.

Demek istediğim kendi ülkesindeki pisliklerden bir haber, fındık beyinli bir adamın yazısına bu kadar takılmaya gerek olmadığı. Adam haklı diyenler ayrı bir alem, adamı bulsalar taşlayacak kadar sinir harbi yaşayanlar ayrı bir alem. Ama milletçe gözümüz aydın. Adam kendisine gelen tonlarca mail sonunda Türkiye'den ve Türk insanından özür diledi. Zaten korkak bir tip olduğu belli iyice tırsmıştır, zira gönderilen mail içeriklerini tahmin etmek zor değil. Hadi bakalım zafer bizim! Artık huzur içinde uyuyabiliriz.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Anne Ben Modacı Oldum!

Geçen sene bu zamanlar delice bir hevesle Polyvore alemine dalmıştım. Haliyle heves geçip, sıkılmalar başlayınca uzunca bir süre eli eteği çektim. Bu aralar farkettim ki özlemişim, kendimi yeniden elbiseler, ayakkabılar, çantalar dünyasına atıverdim.

Bilmeyen, duymayan varsa, Polyvore bir çeşit sanal moda tasarım  platformu. Çeşit çeşit kıyafetleri, aksesuarları, ayakkabıları zevkimize göre kombine diyoruz. Paşa gönlümüz isterse, setlerimizi fotoğraflar ve textlerle süsleyip sitede yayınlıyoruz. Yayınlıyoruz da ne oluyor? Tarzımızı cümle aleme göstermiş oluyoruz. Ayrıca setlerimizle vitrin hazırlayıp, yarışmalara da katılabiliyoruz. Şayet kazanırsak ödül olarak bir buket ego ve Polyvore camiasına atmalık hava sahibi oluyoruz.^^

Yapıcak işim yok, vakitten bol neyim var diyen dişi bünyeler için çok hoş bir uğraş Polyvore. Hoş olmasına hoş ama envai çeşit markanın ağız sulandıran ürünleri karşında kişiyi alışverişe teşvik etmesi gibi yan etkileri de mevcut. Beğenilen elbisenin ya da hayran kalınan ayakkabının satın alınabilme özelliği ise ay sonu destan gibi bir kredi kartı ekstresi ile karşılaşma tehlikesini barındırıyor. ^^

En güzeli ise kısa bir süre sonra insan kendini modacı gibi hissetmeye başlıyor. Moda zımbırtılarına kapılıp seri set üretimine geçiyor. Hele bir de bir kaç yarışmada birincilik kazanıldı mı bir anda Donatella Versace pozları havalarda uçuşmaya başlıyor.^^

Merak edenler burdan buyrun: www.polyvore.com

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Obey Your Master, Master!

Sonisphere üzerinden bir hafta geçti. Ama aklım halen  pazar akşamı gerçekleşen Metallica konserinde. Neden mi?

Yıl 1998, Metallica İstanbul'a 2. kez geliyor. O zamanlar 12 yaşımdayım ve kuzenim sayesinde Metallica sever haldeyim. Konsere gidebilmek için kendimi parçalıyorum. Tabii biricik ailem "Nereye gidiyorsun? Sen daha civcivsin!" diyerek tüm heyecanıma limon sıkıyor.

Derken Metallica sevdam biraz diniyor. Ne zaman liseli ergen oluyorum, bendeki Metallica aşkı yeniden depreşiyor. Aşk ki ne aşk! Bütün hayatım müzik haline geliyor. Hurdacılardan eski Blue Jean'ler toplamak, bütün harçlığı Metallica albümlerine yatırıp günlerce aç kalmak, konser görüntülerinden, video kliplerine kadar Metallica hakkında herşeyi hatim indirmek...
Kelimenin tam anlamıyla die hard bir Metallica fanı olduğumu söylesem yetecek sanırım. "My biggest celebrity crush" James Hetfield ise apayrı bir başlık konusu. James'in saçını kestirdiği tarihten geçirdiği kazalara kadar bilmediğim, takip etmediğim haltı yoktu. O zamanlar tek istediğim ise delicesine fanı olduğum grubu bir kez olsun canlı izleyebilmekti. Sonra yıllar geçti, ben büyüdüm. Ergen dönemimdeki o fanatik tavırları geride bıraksam da içimdeki Metallica sevdası daim kaldı.

Yıl 2008, Metallica İstanbul'a 3. kez geliyor. Artık yetişkin bir insan olmanın guruyla konser planları yapıp, dört bir yana "Gidiyoruz değil mi?" şeklinde onay bekleyen sorular yöneltiyorum. Sağolsun arkadaşlar da "Tabii gidiyoruz kızım kaçar mı Metallica!" gibisinden laflarla yegane arzumu körüklüyor. Gel gelelim ki konser zamanı yaklaştıkça yaprak dökümü de başlıyor. "Yaa param yok benim!","Yaa o tarihte  İstanbul'da olmayacağım." yok ıvır, yok zıvır... Derken bir başıma kalıyorum ve konsere gidemiyorum.


Ve yıl 2010, Metallica İstanbul'a 4. kez geliyor. Bu sefer biletim üç ay öncesinden hazır! Konsere gidiyorum! Saat 21.00 oluyor ve kalbim göğüs kafesimin dışında atmaya başlıyor. The Ecstasy of Gold'un ilk notaları duymamla dizlerim titriyor. Sonunda Metallica sahneye geliyor ve Creeping Death'le başlıyor coşturmaya.

Yıllardır hayalini kurduğum olay gerçekleşti. Yaşadığım mutluluğu kesinlikle tarif edemem. O mutluluk sırasında Fade to Black başlayınca doğal olarak gözlerim de doldu. Asıl tüylerimi diken diken eden şey ise tüm şarkıları bir stad dolusu insanla hep bir ağızdan söylemek oldu. İnanılmaz bir duyguydu. Hala, "Master, Master!" diye inleyen İnönü gözümün önünden gitmiyor. Şahsen Türkiye'ye gelen başka hiç bir grubun böyle bir güce sahip olabileceğini zannetmiyorum. Bu kesinlikle Metallica'ya özel bir durum. Zaten bu yüzden efsaneler.


Aramızda 548795 km falan olsa bile James'i kanlı canlı görmek mükemmel bir histi. O, sahne büyüklüğündeki dev ekranı koyanı alnından öpmek istiyorum. Sayesinde James'i, dişinin arasındaki ekmek kırıntısına kadar görebildik.^^ Bu arada zaten karizması, yakışıklılığı ve enerjisi ile beni benden alan James en az 10 yaş gençleşmişti. Konser boyunca izleyicilerle konuştu, bizi ve İstanbul'u övdü de övdü. Bir ara penaları dişlerine takarak vampir oldu, Death Magnetic avrupa turnesinin  son konserinin İstanbul konseri olduğundan bahsederken ağlar gibi yaparak stadı güldürdü. Yalnız biz değil Metallica üyeleri de halinden oldukça memnun görünüyordu. Konser bittikten sonra bir türlü sahneden ayrılamadılar. Avuç avuç pena dağıttılar. Ben o sırada penalardan kapamadığım için kıskançlıktan ölüyordum. Giderken en kısa zamanda geri gelecekleri sözünü verdiler. Dört kez gelen beşinciye de gelir düşüncesiyle sözlerini tutacaklarına canı gönülden inanıyorum. ^^


Yani diyeceğim o ki, Metallica konseri benim için rüya gibiydi. Neredeyse çocukluğumdan beri sevdiğim, beraber büyüdüğüm grubu canlı izleme şansını yakaladım. Odamda bağıra çağıra, kendimden geçerek söylediğim şarkıları koca bir kitleyle beraber söyledim. 24 yıllık hayatımın en unutulmaz 2 buçuk saatini geçirdim. Daha ne isterim ki? Elbette, bir daha gelmelerini ve yeniden bizleri coşturmalarını isterim! Hatta iki üç ayda bir gelseler arayı fazla açmasalar isterim. ^^

28 Haziran 2010 Pazartesi

Hepimiz Asiyiz, Hepimiz Metalciyiz, Hepimiz Sonisphere'ciyiz!

Nasıl anlatsam, nerden başlasam bilemiyorum. Sonisphere'i, Türkiye'de yapılacağı haberi  nete düştüğü günden beri anlatılamaz bir heyecanla bekliyordum. Yaklaşık üç ay önce, biletlerin piyasaya çıkmasının dördüncü gününde beş kuruş parasız kalma pahasına kombinemi almış, hazır ol vaziyete girmiştim. Tabii bu heyecanımın özel bir sebebi vardı, o da Metallica'nın dördüncü kez İstanbul'a gelecek olmasıydı. Ama, dün akşamki Metallica konseri sonrası henüz dünyaya geri dönüş yapamadığım için şu an Metallica'dan bahsedemeyeceğim. Metallica'nın ve bu konserin hayatımdaki yerini tarif edebilmem için öncelikle kafamı toparlamam gerekiyor.

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 1-Gün Rammstein Günüdür!

Sonisphere'de ilk gün ortama alışma modunda geçti. Tabii tüm haftanın yağmurlarla, gök gürültüleriyle geçmesi gözümüzü korkutmamıştı.Yedek çoraplar mı desem, naylon poşetler mi desem, kalın kalın sweatshirt'ler mi desem, çantamızda yok yoktu. Her türlü hava muhaletefine karşı hazırlıklıydık. Ama gel gör ki tanrım metalcileri seviyormuş yağmursuz, çamursuz mis gibi üç halikulade gün geçirdik.^^ Cuma günü stada vardığımızda sahnede Stone Sour vardı. Kapıdan girerken, içeriden gelen müzik sesiyle öyle bir gaza geldik ki, yürüyüşümüz bile değişti. Slipknot'ın vokali olarak bildiğimiz, artık maskesiz haline aşina olduğumuz bebek yüzlü Corey Taylor karşıladı bizi. Azından 'fuck' eksik olmayan Corey ve tayfasından sonra ise Pentagram sahnedeydi. Pentagram için söylenecek pek bir şey yok. Sanki CD'den dinliyor gibiydik. O derece muazzam çaldılar. Ama ses sistemi yapacağını yaptı. Bir süre sonra vokalin sesini uğultu şeklinde duymaya başladık. Bu arada Pentagram'ın vokali Murat İlkan'lı son konseriymiş bu. Kendisi sağlık sorunları nedeniyle gruptan ayrılıyormuş.
Pentagram sonrası sıra Alice in Chains'e geldiğinde içimden bir şeyler kopuyor gibi hissettim. Zamanında delicesine sevdiğim grup karşımdaydı ama Layne yoktu. Them Bones'la başlayan konser boyunca aklımda hep Layne ve Alice in Chains anılarım vardı. Layne öldükten sonra döktüğüm gözyaşları, lise çağlarıma denk gelen zaman diliminde sırama, çantama gördüğüm tüm boş yerlere  çizdiğim mavi saçlı melek olmuş Layne'ler... Tüm bu düşünceler arasında geçen konserin son parçası Rooster olunca haliyle gözlerimin dolmasına karşı koyamadım.
Alice in Chains sahneden indiğinde yoğun duygular içindeydim. Ama saatler 21.00'i gösterip, dev ekranda geri sayım yapan kronometre 00.00 olduğunda, Rammstein karşımızdaydı. Sahne büyüklüğünde bir Alman bayrağı ile bomba gibi bir giriş yaptılar.Rammstein için söyleyebileceğim tek bir şey var: Hiç kimse Rammstein izlemeden konser izledim demesin! Sahne show'u kelimelerle anlatamayacağım kadar etkileyiciydi. Enerjileri desem, yok onu da tarif edemeyeğim. Rammstein, İnönü'yü yaktı geçti! Hiç şüphem yok çoğu insan olay şarkı Pussy'de nasıl bir show olacağını merak ediyordu. Ama gördük ki Rammstein Türkiye diye muhafazakar davranmadı. Till, sabun kopüğü ve konfetilerden oluşan sözde spermlerini seyircilerin üzerine saçmaktan hiç çekinmedi. Bu arada Rammstein hatırasıdır diyerek ben de hiç çekinmeden, Till'in konfetilerden çantama attım.^^ Özetle Rammstein'a doymadık, doyamadık! Yeniden gelmeleri için dualara başladık!

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 2 -En Zayıf Halka

Festival'in ikinci günü için söyleyeceğim pek bir şey yok. Tek aklımda kalan Manowar bascısı Joey DeMaio'nun beş dakikadan fazla türkçe konuşmasıydı. Big Four'a çok içerlemiş ki türkçe olarak "Festivale dört büyük grup gelecek diyorlar. Si.tir ordan!" diyerek stadı alkışlarla inletti. Bu arada ilk günün acemiliğini üzerimizden attığımız için içeride 7.5 liraya satılan bira kazığını yemedik. Kapıda içip, kafalar güzel olduktan sonra içeri girerek akıllıca davrandık ^^

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 3-Efsane Geri Döndü!

İşte beklediğim gün! Metallica sahnede! Stad yıkılıyor! Daha önce de dediğim gibi hala dünün etkisinde olduğum için Metallica konseri hakkında bir şey yazamıyorum. Ancak kendimi hazır hisetiğimde, etkisinden çıktığımda bir şeyler yazabileceğim. Festivalin üçüncü günü, bir önceki gün olduğu gibi hem kapıda içtik hem de içeriye pet şişelerle kırmızı şarabımızı soktuk. Birayı 7.5 liraya satanlara selam olsun! Ayrıca artık deneyimli olduğumuz için önceki günlerdeki gibi tuvalet sırasında yarım saat beklemek yerine, unisex hale gelen erkekler tuvaletini kullanarak kendimizce süpersonic bir çözüm bulduk.^^ Günün olayı elbette Big Four'du. Sırasıyla Anthrax, Megadeth, Slayer ve Metallica sahne aldı.

Kısacası, geçen üç gün rüya gibiydi diyebilirim. Delicesine yoruldum, sırtım, omuzum, kolum, bacağım her yerim ayrı ağrıyor ama üç gün daha olsaydı yine aynı enerji ve heyecanla giderdim. Sonisphere 2010 İstanbul mükemmel geçti, bitti. Peki Sonisphere 2011 İstanbul'a kimlere gidiyoruz? ^^

17 Haziran 2010 Perşembe

Sahi Bir True Blood Vardı, Ne Oldu Ona?

13 Haziran 2010 itibariyle kanlı canlı dizi True Blood 3. sezona siftahı açtı efendim. Dizi uzun bir ara verdiğinden, gözden uzak olan gönülden de uzak olur hesabı, heyecanımı ve ilgimi kaybetmiştim. Ne yalan söyleyeyim, haziran başlarında yeni sezon tanıtımları, mini bölümler yayınlanmaya başlayınca hatırladım. 'Sahi bir True Blood vardı, ne oldu ona?' şeklinde muabbetler dönmeye başladı. Gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti eski bölümler. Yok, yok, hayır! Gözlerimin önünden geçen Eric ve adonis kası ile bebek yüzlü Rene'den başka bir şey değildi. ^^

Yaklaşık 9 aylık aradan sonra bomba gibi bir bölümle dönmesini bekliyordum True Blood'un. Ama son derece sıradan bir bölümle karşı karşıya buldum kendimi. Sezon 3 - bölüm 1, aylardır dizinin başlamasını bekleyenleri, ilk bölümde yaşanılan heyecağını halen taşıyan sadık izleyicileri tatmin edebilir ama benim gibi heyecanını geçen aylarla yitirmişler için eften püften gelecektir.

Yeni sezon dedim, yenilikler olur belki dedim ama nafile. Ne Eric'in göz altı torbaları, ne Bill'in Şevket Altuğ saçları, ne Sookie'nin ayrık dişleri ne de Sam'in köpek yavrusu bakışları değişmiş. Aynı tas aynı hamam. Bu sezon teşrif edecek kurtadamlar konusunda ise son derece endişeliyim. Bir an geliyor, güzelim dizinin bir anda Twilight 'a dönmesinden delicesine korkar halde buluyorum kendimi. Sonra kendi kendime 'Sonuçta dizinin arkasında kapı gibi Alan Ball var, yüreğini ferah tut.' diyerek teselli ediyorum.

Vampirleri, shapeshifter'ları, başlangıç jeneriği, Eric'i ve şimdi de kurtadamları...
Ne olursa olsun çok karizmatik dizi şu True Blood. 'Vay be!' dedirten bir başlangıç yapmasa da ileride bizleri bekleyen bomba bölümler olduğuna inanıyorum. Umutsuzluğa kapıldığımız anlarda derin bir nefes alıyoruz ve ne diyoruz: 'Sonuçta dizinin arkasında kapı gibi Alan Ball var.' Baktık o da fayda etmiyor sözüm size kızlar, güzeller güzeli viking Eric'e odaklanıp gerisini boşveriyoruz. ^^

13 Haziran 2010 Pazar

Robotum, Robotsun, Robot

Dün akşam, ne izlesem ne izlesem diye düşünürken I'm a Cyborg but That's Ok çarptı gözüme. Şimdiye kadar nasıl izlemem, nasıl gözümden kaçar diye lanet ettim kendime. 'Bir filme aşık olma' halet-i ruhiyesi içine girdim ki, giriş o giriş...
Meşhur intikam üçlemesinden sonra Chan-Wook Park'dan, I'm a Cyborg but That's Ok gibi meyveli pasta tadında bir film nasıl çıkmış diye düşünmeden edemedim. Sonra araştırmacı gazeteci kimliğimle internet alemlerine bakındığımda öğrendim ki, Park bu filmi kızının izlemesi için yapmış efendim. Sanırsam kendisi Cyborg'un beyaz önlüklüleri kan revan içinde bıraktığı sahneleri çekerken kızının izleyeceğini unuttu.Ya da 'Gözünü kapatırız iki dakika, bir şey olmaz.' deme olabilitesi de mevcut. Artık orası babayla kızı arasında, bilemeyeceğiz. ^^
I'm a Cyborg but Thats Ok'in tüm masalsılığına rağmen karanlık bir yapısı olduğu doğru. Yoksa, önce bileğini kesen sonra elektrik kablolarını kestiği yere sokan, fişi prize takmak suretiyle şarj olmaya çalışan kendince robot bir kızın görüntüsünin iç açıcı olduğunu söylemek zor. Bu noktada bir kez daha yönetmenin ismine dikkat çekip kaldığım yerden devam ediyorum. ^^
Bütününe bakacak olursak, I'm a Cyborg but Thats Ok, sevimlinin sevimlisi bir film. Tek cümlelik özetle; kendini robot zanneden şirine bir kızın, akıl hastanesinde yaşadıklarını anlatıyor. Filmde, akıl hastanesindeki hayat öyle bir anlatılmış ki, ancak Park gibi arıza bir yönetmen bu dünyayı böylesine işleyebilir dedirtiyor. Hayal gücüne hayran kalmamak elde değil. Romantizm, dram, komedi üçgeninde dolanan film, masalsı bir anlatımla birleşince ortaya seyrine doyum olmayan olağanüstü bir dünya çıkmış. Seyrine doyum olmayan dedim ama kendimle çelişmek pahasına filmi biraz fazla uzun bulduğumu itiraf ediyorum. Sanki ortalardan yarım saatlik bölüm atılsa pek birşey değişmezmiş gibi. Tabii bu, filmin muazzam olmasını gölgelemiyor. O yüzden üzerinde fazla durmuyoruz. ^^
Peki Cha Young-goon rolündeki Im Soo-Jung'un güzelliğine ne demeli? Adeta oyun hamuruyla yapılmış, şirinlik muskası insan Soo Jung'a hayran kaldım, bayıldım! Ben de o saçlardan istiyorum! Film bittikten sonra 'Saçlarımın diplerini mavi yapsam ne olur ki?' şeklinde düşünce baloncukları kafamda belirdi mi? Belirdi. ^^

Son olarak söyleyebileceğim, defalarca izlesem bıkmayacağım I'm a Cyborg but That's Ok'den beynime kazınan: Aşk; robot sevdiceğin sırtına, yemeği enerjiye dönüştüren aparat takmaktır. ^^

4 Haziran 2010 Cuma

Karışık Mezuniyet Kasedi

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 1: Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş...
Universitedeki ilk günümü hatırlıyorum.  Bir elinde öğrenci kimliği diğerinde ders çizelgesi, sınıfını bulma çabasıyla kan ter içinde kalmış, heyecanlı olduğunu belli etmemeye çalışan ama heyecandan dizleri titreyen bir birinci sınıf öğrencisiydim. Önümdeki dört sene dramaturji okuyacaktım. Bölümüm öyle karizmatikti ki duyanların "Ay harika!", "Ay çok güzel!", "Ay süpermiş!" gibisinden tepkileri havama hava katıyordu. Hoş hala da katmaya devam ediyor. Önümde tiyatroyla, oyunlarla, yazılarla dolu dört uzun sene vardı. Ayrıca yepyeni insanlarla tanışacaktım, arkadaşlar edinecektim. Hatta öyle bir kız çıkacaktı ki beş sene sonunda kendisiyle an olsun ayrılamadığımız için bir çift terlik muamelesi görecektik. Tabii bunların gerçekleşmesi için öncelikle sınıfımın yerini bulmam gerekiyordu. ^^

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 2: Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım...
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Kampüsü binasının labirent koridorlarını bilen bilir. Bir kez girildi mi çıkışı bulmak için insan üstü çaba sarfetmek gerekir. Kaybolmak istemeyenler Hansel ve Gretel'den feyz alıp geçtikleri yerlere ekmek kırıntısı bırakır. "Nimet yere atılmaz!" diyenler yaradana sığınıp gönül gözüyle sınıflarının yerini bulmaya çalışır. Başka grup çareyi Michael Scofield misali okulun mimari planlarını sırta dövme yaptırmakta arar. "Etliye sütlüye karışmam, kendi yolumu sora sora bulurum." diyen bir kısım gençten uzun süre haber alınamaz ve peşlerinden arama ekipleri gönderilir. ^^

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 3: "Bu gece son, biraz sonra, bu kapıdan son kez çıkıp yine kendimi vuracağım yollara..."
Şimdi düşünüyorum da bahsi geçen zorlu koridorları adım gibi ezberlememe sebep olan beş sene geçirmişim şu okulda. Ne vizeler, ne finaller geçmiş... Ne dedikodular yapılmış, ne kahkahalar atılmış...Arkadaşlıklar kurulmuş, bazıları yıkılmış. Şimdi ise sona gelmişiz. Üniversite mezunu, işsiz yetişkinler olmamıza sayılı günler kalmış. Hepimiz 'Karışık Mezuniyet Kasedi' tadında cumartesi yapılacak mezuniyet eğlencesini düşünüyoruz. Elbiseler alınmış, topuklu ayakkabılar çıkmış, saç modelleri kararlaştırılmış. Henüz finallerin açıklanmamış olduğu gerçeğini yok sayarak mezun moduna giren biz öğrenciler için tek diyeceğim ise: Sakın ha bütlerde görüşmeyelim! ^^

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Getsuga Tensho !!!

Meğer "Getsuga Tensho" babadan oğula geçiyormuş!!!

Bleach sever bünyem manga 405'in son sayfa bombasıyla heyecan seline kapıldı. Favori karakterlerimden biri olan Isshin'in "Getsuga..."demesiyle gözlerim yuvalarından fırladı! Meğer çilek marmelatı Ichigo'ya iki beden büyük gelen "Getsuga Tensho!" Isshin'e cuk oluyormuş.

Şimdi anlamadığım Zangetsu'nun olayı nedir?
Acaba The DiamondDust Rebellion'da olduğu gibi iki kişinin aynı zampaktou'ya sahip olma durumu mu söz konusudur?
Yoksa Zangetsu en başından beri Isshin'nin zampaktou'su muydu?
O zaman Ichigo babasının güçlerine mi sahip?
Ne oluyor burda?
Grimmjow'a ne oldu?
Zaraki ne zaman gelecek de ortam şenlenecek?
Renji'nin dövmelerinin olayı nedir?
Karizmanın sözlük anlamı olan Ulquiorra hangi akla hizmet öldü?
Biri bana söylesin Bleach nereye gidiyor?!
Şu durumda saf ve temiz duygularla sevdiğim Bleach'in sonunun Lost'a benzemesinden korkuyorum.O.o

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kemanımla Bir Ses Verebildim Mi Ne?

Dün, hayatımın en heyecamlı günlerinden birini yaşadım. Bir salon dolusu insana kemanımla bir ses verdim . ^^ Ya çok heyecanlanırsam, ya sol'ü yanlış basarsam, ya la cırlarsa, aman mazallah ya yay elimden düşerse endişesiyle 2 ay boyunca hazırlandığım konser gecesini 7.4 şiddetinde titreyen elime rağmen kazasız belasız atlattım. ^^

8 ay önce, bir gece, birden bire vahiy inmişcesine aklıma düşmüştü "keman çalmayım" düşüncesi. Öyle bir içime işlemiş ki ertesi gün deli gibi kurs peşine düştüm, bir kaç hafta sonra ise kurs günlerini iple çeken heyecanlı bir keman öğrencisi olmuştum bile...

Başta ailem olmak üzere yakın çevremin "2 ay sonra bırakır, kemanı da süs olarak odana koyarsın, biz seni bilmezmiyiz!" gibisinen laflarına inat devam ettim. Tamam, doğru, tam bir heves insanıyım. Şimdiye kadar bir hevesle başladığım hiç bir şeyi tamamlamadım, sıkılıp bıraktım. Ama bu sefer başkaydı, çok zordu, uğraş gerektiriyordu ama pes etmedim. Öyle bir hale geldim ki Marie'siz bir günüm geçmiyordu. Bu noktada her şeye isim verme huyum devreye girdi. Bir baktım şirofrenik haller içerisinde, ona keman değil Marie der olmuşum. ^^

Bir ay süren çıldırtıcı yay çekme işkencesi sonunda bir kaç melodi çalabilme başarısına ulaşınca  daha da bağlandım keman çalmaya. 5 ay sonunda artık notaları rahatça okuyup parçaları çalabilecek kıvama gelmiştim. Artık hayat bana güzeldi! ^^

Derken konser hadisesi ortaya çıktı. İşte asıl olay bundan sonra başladı. Konserde Greensleeves çalacaktım. 2 ay nasıl geçti anlamadım bile ama tarih 19 Mayıs 2010'du ve saat 19.00 itibariyle heyecan doruğa ulaştı! Çok istemelerine rağmen heyecanımı ikiye katlamamaları için ailemin gelmesini istemedim. Ne aptallık! Sonradan çok pişman oldum, eve gelince gece boyunca onlara keman çalarak telafi etmeye çalıştım. Ama sevdiğim arkadaşlarım salondaydı. Hep destek, tam destek! ^^

Belki de bir daha asla yaşayamayacağım bir deneyim yaşadım, tarif edemeyeceğim bir mutluluk içerisindeyim. Sevimli keman hocam başta olmak üzere pek çok güzel insan tanıdım.Kemanın benim için sadece bir heves olmadığını, bundan sonra hayatımdaki öneminin katlanarak süreceğini önce kendime sonra çevreme ispat ettim. ^^

Artık konserle level atladığıma göre daha iyi bir keman alarak yola aynen devam...Yeni hedef bir sonraki konserde Por Una Cabeza'yı çalabilmek  ^^

13 Mayıs 2010 Perşembe

Dönüşün Muhteşem Olsun Ai Yazawa!



Geçen gün, Ai Yazawa'nın iyileştiği ve Temmuz gibi NANA'ya kaldığı yerden devam edeceği müjdesini veren bir haber okudum. Doğrudur yalandır bilemem, ben Cookie Magazine'den çeviriyi yapan arkadaşın yalancısıyım. Ama artık şu özlem bitse de NANA'ya kavuşsak diyorum!

Aslında shoujo manga ya da animelere çok düşkün değilimdir ama NANA'yı apayrı bir yere koyuyorum. Kendisiyle ilk önce animesini izleyerek tanışmıştım. İlk başlarda sıradan shoujo'lardan farklı gelmemişti. Ama 'değişiklik olsun, izleyelim bakalım' mantığıyla devam ettikçe kurgusal bir gerçeklikten öte, hayatın içinden karakterlerin ve olayların barındığı bambaşka bir şeyle karşılaştım. Hepsinden önce karakterlerle özdeşleşmemek elde değil. Bu yüzden izlerken "Evet, kesinlikle ben de bu duyguyu yaşamıştım." ya da "Hatırlıyorum, ben de aynı cümleyi kurmuştum." gibisinden tepkiler vermek son derece normal. Sex Pistols esintileri, Ren'in Sid Vicious halleri, Nana'nın Vivienne Westwood takıntısı, Trapnest'in karizması falan filan derken NANA'ya kapıldım gitti! Hele beni, Olivia Lufkin fanı yapan soundtrack'inden bahsetmiyorum bile!

Animesi bir sezon olan NANA, bende bağımlılık boyutuna geldikten sonra mangasını okumaya giriştim. Ve hayatımda bir ilk yaşadım. Manga okurken ağladım. Hem de öyle "Gözüme bir şey kaçtı, ondan gözlerim doldu." falan değil. Şapur, şupur bir ağlama... Akabinde durdurulamayan bir burun akması... Sonrasında göğsüne öküz oturmuşcasına hissedilen bir sızı... İnsanın içini acıtacan o gerçeklik, sürükleyici bir konu ve karizmatik karakterlerle birleşince gel de sevme, gel de ağlama, gel de bağımlısı olma!

Yani diyeceğim o ki, umarım Ai Yazawa, yaklaşık bir sene süren tedavi süresini başarıyla tamamlamış, sağlığına kavuşmuştur.Tez zamanda NANA'yı çizittirmeye başlaması ve biz NANA'ya gönül veren fan'ları sevindirmesi dilğiyle...^^

Bir de eli değmişken Paradise Kiss'e geri dönüp azıcık daha uzatsa tadına doyum olmayacak ama ... ^^

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Reydiiiz end Centırmın!



Dün, 'Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği' kapsamında 'Kaki-Kuu-Kyaku' topluluğunun oyunu 'Heavy User - Ağır Müptela'yı izledim. "Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği'nde Japonya'nın ne işi var?" diye soran olursa "Kaki-kuu-kyaku" 2010'nun Türkiye'de Japonya Yılı olması sebebiyle şenliğe dahil edilmiş.

'İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı' son iki senede önce İstanbul Üniversiteleri'nin sonra da Türkiye Üniversiteleri'nin katıldığı tiyatro etkinlikleri düzenlemişti. 2010'da Avrupa Üniversiteleri şehrimize teşrif edecekti. Her iki organizasyonda da görev alan bendeniz ise bu sene gerçekleşen etkinliği iple çekiyordum. Tabii ben çalışacağımı hayal ediyordum, bütün heyecanım bu yüzdendi. Ecnebi memleketlerden öğrenciler gelecek, kaynaşacaktık, farklı bakış açıları yakalayacaktık falan filan... Fakat umduğumu değil bulduğumu yemek zorunda kaldım ve sadece izlemekle yetinme düşüncesine kendimi alıştırdım.

Şenlik programı açıklandığından beri en çok merak ettiğim oyun 'Heavy User'dı. Ama aşağı yukarı tahmin ettiğim gibi bir sonuçla karşılaştım. Oyunda somut bir hikaye, olay örgüsü falan yoktu. Sadece ses ve beden kullanımı üzerine yoğunlaşılmış bir performas izledik. Böyle olunca şenlik ekibi de çeviri yapıp alt yazı, üst yazı olayına girmemiş. İyi de yapmış zira gerek yoktu. Bedensel hareketler ve ses tonlamaları ne olup bittiğini anlamamıza yetti. Sonuçta oyundan elimizde avucumuzda; o tatlı mı tatlı ingilizceleriyle "Reydiiiz end Centırmın! Wercam tu avur Performanz!" diyerek etrafta koşuşturan sevimli japonlar, anime tarzı komedi halleri, komik surat ifadeleri ve sahnede donla dolanan japon genci kaldı. ^^
Bir ara sevimli japon oyuncu kızlarmızdan biri "Pika Pika Pikachu!" dedi ki, işte o an tüm salonun gönlünü fethetti. ^^ Bana kalsa "Watashi wa Candy" deseydi tam 12 den vurmuş olacaktı. Malum, Türk insanı gördüğü her çekik gözlüye "Watashi wa Candy" demeye bayılır. ^^

Sözün kısası, her biri yanakları sıkılası sevimli insanlar olan 'Kaki-Kuu-Kyaku' nun 'Heavy User'ı bizi güldü eğlendirdi. Ha tabii menüde No Tiyatrosu tadında bir oyun olsaydı daha mutlu olurdum orası ayrı. ^^

26 Nisan 2010 Pazartesi

İsyanım var Kubo, duy sesimi!



Vizesiydi, ödeviydi, cartı curtu derken bir süre Bleach'e bakamadım. Gözlerimiz yollarda kalmıştı, ha geldi ha gelecek diye bekliyorduk ki sonunda 401. chapter itibariyle Urahara da partiye katıldı. Aizen, Hogyoku şöyleydi böyleydi diye anlattı sayfalarca da pek bir şey anlamadık. Artık Urahara'dan adam gibi bir açıklama bekliyoruz o da olmazsa Rukia çıkıp gelsin, o sanat eseri çizimleriyle şu işi Ichigo'ya, Isshin'e ve bana açıklasın.^^

Manganın en heyecanlı yerde bitip, bir sonraki haftaya kalması alışılageldik bir durum, tamam kabul. Ama 20 sayfa da çok az geliyor! Şöyle 40 küsür sayfa olsa, bol bol reiatsu patlamaları görsek, bankai'ler havalarda uçuşsa fena mı olur? Anime de zaten esas hikaye filler arası, tadımlık veriliyor. Bari manga'sı doyursa...
Kısacası; isyanım var Kubo, duy sesimi! ^^

Teach us, Ginpachi Sensei!



Eğer bir anime'nin içinde yaşayacak olsaydım kesinlikle Gintama'da yaşardım. O nasıl bir absürdlüktür? O vurdumduymazlık, efendime söyleyeyim saldım çayıra mevlam kayıra halleri... Çok eğlenceli, pek komik, insanı güldürüyor değil! İnsanın çene kaslarını ağrıtacak cinsten bir komedi barındırıyor. Özellikle izlerken bir şeyler yiyip içmek çok sakıncalıymış. Ben bugün bunu gördüm. Ağızdaki tüm meyve suyu monitöre püskürtülebiliyormuş. Sadece "güldük, eğlendik" de değil! Aksiyon olayını da bitirmiş. Bleach'e kafa tutacak nitelikte dövüş sahneleri mevcut desem yalan olmaz. Kısacası,en ciddi anlarda bile -ki bahsi geçen ciddi anların ne kadar ciddi olduğu da tartışılır- bomba esprilerin havada uçuştuğu, anti-depresan niyetine günde 3 öğün,yemeklerden sonra alınması gereken bir anime Gintama. Hele ki episode'ların sonundaki "3-Z Class's Ginpachi Sensei" nin ayrı bir hastasıyım. Beni de yazdırın o sınıfa, ben de yaşayayım Edo'da, ne olur sanki? Çizin beni Gintoki'nin yanına,bütün gün çilekli süt içip, parmağımız burnumuzda Jump okuyalım! Ben bir bunu istiyorum! ^.^

19 Nisan 2010 Pazartesi

Ben de Geldim Şimdi Tam Oldu

Hani yeni alınan cep telefonu ekranındaki jelatinin ilk çıkarıldığı an vardır ya...
Hani kalabalık arkadaş ortamında söylenen pizzanın bol salamlı dilimi sana denk gelir ya...
Hani aylardır giyilmeyen montun cebinden 10 lira çıkar ya...
Hani karda açan çiçek, çölde yağan yağmur vardır ya...
İşte öyle bir şey blog yazmak <3 br="">(Emo kalbimi de yapayım ki duygularımın ciddiyeti anlaşılsın =-=)