30 Temmuz 2010 Cuma

Kubo'ya Kucak Dolusu Sevgiler

Sevgili Kubo,
Nasılsın? İyisindir inşallah. Beni sorarsan sayende sinir hastası kıvamına geldim kuzum. Nedir bu Bleach'in hali? Manga yine tırtlıktan geçilmiyor. Kaç chapter oldu sabırla bekliyorum, hadi şimdi çocuğu sıkıştırmayayım bir şey yazmayayım, elbet vardır bir bildiği diyorum ama... Nerdee!
Ne zaman Isshin'e "Getsuga Tensho" dedirttin, yüreciğim hop etti, dur dedim oluyor bir şeyler sonrasında pıstın kaldın. Yavrum, çilek beyinli Ichigo'nun eften püften arkadaşlarıyla zaman kaybedeceğine kralların kralı Zaraki'yle, genç kızların sevgilisi asortik Byakuya'yı geri getirsene!


Peki ya 414 neydi öyle? Aman bir şaşırdık bir şaşırdık. Kurt suratlı Gin'den böyle bir hareket beklemiyorduk, hiç birimiz düşünemedik bunu. Kuzum dalga mı geçiyorsun ? Gin'nin ne mal olduğunu dünya alem öğrendi, herkes biliyordu zaten Aizen'e kelek yapacağını.
Olmuyor Kubo'cum olmuyor! Bak yine sinirlendim tansiyonum çıktı senin yüzünden. Tez vakitte kendini topla, işini ciddiye al. Hikayeyi mundar etme! Zaten Ulqi'yi öldürdüğünde yazdım seni kara listeye, şu Isshin'nin olayı en kısa zamanda açıklamazsan kendini kapının önünde bulursun benden söylemesi. Patronunla konuştum haberi var.
Kendine çok iyi bak, banyodan sonra saçlarını kurut, hasta olma!
Sevgilerle
Intergalactic Girl ^^

18 Temmuz 2010 Pazar

Ay Çok Pis Kokuyorsun!

İki gündür, Alice in Chains official sayfasında yazan "Türkler pis kokuyor." içerikli blog hadisesi üzerine yapılan yorumları takip halindeyim. Gruba edilen hakaretler mi desem, küfürler mi desem, bir ton şey dönüyor. Hepimiz alışmışız "İstanbul çok güzel, kepap güzel, rakı güzel, yine gelecek ben." tarzı laflara, olumsuz bir şey duyduk mu tutabilene aşkolsun.

Öncelikle gruba sövmenin hiç bir mantığı yok. Çünkü blogu yazan Alice in Chains elemanları değil, roadie'lerden biri. "Dünyanın en yüzeysel adamı" ünvanını layıkıyla hakeden bu adam kaldıkları otelde 3 kez asansöre binmiş, üçünde de asansör ter kokuyormuş. Edindiği bu tecrübe sonucunda  "Türklerin deodorant sorunu var." yargısına varmış.

Şimdi bir; bu adamın, o otelde envai çeşit milletten insanın kaldığını düşünemeyecek kadar gerizekalı olduğu ortada. Çünkü sadece Türkler terleyince kötü kokar, bir Amerikalı olsun, İngiliz olsun, Fransız olsun terledi mi etrafı bahar çiçekleri kokusu sarar.
İki; adam İstanbul'da kaldıkları süre boyunca otelden hiç çıkmadan İstanbul için "Daha önce gördüğüm hiç bir şehre benzemiyor." diyor. Buna yorum dahi yapamıyorum.
Üç; bu adam sadece Türkiye için değil, gittikleri tüm ülkeler için müzik, seyirci, ne bileyim ses sistemi hakkında yorum yapacağı yerde ıvır zıvırla uğraşmış. Yani bize özel bir durum değil.
Dört; Adamın "Aman ya bomba atılırsa, ya teröristler basarsa,  kendimi hiç güvende hissetmedim." ana temalı laflarına hiç girmiyorum, girmek istemiyorum bile.

Demek istediğim kendi ülkesindeki pisliklerden bir haber, fındık beyinli bir adamın yazısına bu kadar takılmaya gerek olmadığı. Adam haklı diyenler ayrı bir alem, adamı bulsalar taşlayacak kadar sinir harbi yaşayanlar ayrı bir alem. Ama milletçe gözümüz aydın. Adam kendisine gelen tonlarca mail sonunda Türkiye'den ve Türk insanından özür diledi. Zaten korkak bir tip olduğu belli iyice tırsmıştır, zira gönderilen mail içeriklerini tahmin etmek zor değil. Hadi bakalım zafer bizim! Artık huzur içinde uyuyabiliriz.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Anne Ben Modacı Oldum!

Geçen sene bu zamanlar delice bir hevesle Polyvore alemine dalmıştım. Haliyle heves geçip, sıkılmalar başlayınca uzunca bir süre eli eteği çektim. Bu aralar farkettim ki özlemişim, kendimi yeniden elbiseler, ayakkabılar, çantalar dünyasına atıverdim.

Bilmeyen, duymayan varsa, Polyvore bir çeşit sanal moda tasarım  platformu. Çeşit çeşit kıyafetleri, aksesuarları, ayakkabıları zevkimize göre kombine diyoruz. Paşa gönlümüz isterse, setlerimizi fotoğraflar ve textlerle süsleyip sitede yayınlıyoruz. Yayınlıyoruz da ne oluyor? Tarzımızı cümle aleme göstermiş oluyoruz. Ayrıca setlerimizle vitrin hazırlayıp, yarışmalara da katılabiliyoruz. Şayet kazanırsak ödül olarak bir buket ego ve Polyvore camiasına atmalık hava sahibi oluyoruz.^^

Yapıcak işim yok, vakitten bol neyim var diyen dişi bünyeler için çok hoş bir uğraş Polyvore. Hoş olmasına hoş ama envai çeşit markanın ağız sulandıran ürünleri karşında kişiyi alışverişe teşvik etmesi gibi yan etkileri de mevcut. Beğenilen elbisenin ya da hayran kalınan ayakkabının satın alınabilme özelliği ise ay sonu destan gibi bir kredi kartı ekstresi ile karşılaşma tehlikesini barındırıyor. ^^

En güzeli ise kısa bir süre sonra insan kendini modacı gibi hissetmeye başlıyor. Moda zımbırtılarına kapılıp seri set üretimine geçiyor. Hele bir de bir kaç yarışmada birincilik kazanıldı mı bir anda Donatella Versace pozları havalarda uçuşmaya başlıyor.^^

Merak edenler burdan buyrun: www.polyvore.com

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Obey Your Master, Master!

Sonisphere üzerinden bir hafta geçti. Ama aklım halen  pazar akşamı gerçekleşen Metallica konserinde. Neden mi?

Yıl 1998, Metallica İstanbul'a 2. kez geliyor. O zamanlar 12 yaşımdayım ve kuzenim sayesinde Metallica sever haldeyim. Konsere gidebilmek için kendimi parçalıyorum. Tabii biricik ailem "Nereye gidiyorsun? Sen daha civcivsin!" diyerek tüm heyecanıma limon sıkıyor.

Derken Metallica sevdam biraz diniyor. Ne zaman liseli ergen oluyorum, bendeki Metallica aşkı yeniden depreşiyor. Aşk ki ne aşk! Bütün hayatım müzik haline geliyor. Hurdacılardan eski Blue Jean'ler toplamak, bütün harçlığı Metallica albümlerine yatırıp günlerce aç kalmak, konser görüntülerinden, video kliplerine kadar Metallica hakkında herşeyi hatim indirmek...
Kelimenin tam anlamıyla die hard bir Metallica fanı olduğumu söylesem yetecek sanırım. "My biggest celebrity crush" James Hetfield ise apayrı bir başlık konusu. James'in saçını kestirdiği tarihten geçirdiği kazalara kadar bilmediğim, takip etmediğim haltı yoktu. O zamanlar tek istediğim ise delicesine fanı olduğum grubu bir kez olsun canlı izleyebilmekti. Sonra yıllar geçti, ben büyüdüm. Ergen dönemimdeki o fanatik tavırları geride bıraksam da içimdeki Metallica sevdası daim kaldı.

Yıl 2008, Metallica İstanbul'a 3. kez geliyor. Artık yetişkin bir insan olmanın guruyla konser planları yapıp, dört bir yana "Gidiyoruz değil mi?" şeklinde onay bekleyen sorular yöneltiyorum. Sağolsun arkadaşlar da "Tabii gidiyoruz kızım kaçar mı Metallica!" gibisinden laflarla yegane arzumu körüklüyor. Gel gelelim ki konser zamanı yaklaştıkça yaprak dökümü de başlıyor. "Yaa param yok benim!","Yaa o tarihte  İstanbul'da olmayacağım." yok ıvır, yok zıvır... Derken bir başıma kalıyorum ve konsere gidemiyorum.


Ve yıl 2010, Metallica İstanbul'a 4. kez geliyor. Bu sefer biletim üç ay öncesinden hazır! Konsere gidiyorum! Saat 21.00 oluyor ve kalbim göğüs kafesimin dışında atmaya başlıyor. The Ecstasy of Gold'un ilk notaları duymamla dizlerim titriyor. Sonunda Metallica sahneye geliyor ve Creeping Death'le başlıyor coşturmaya.

Yıllardır hayalini kurduğum olay gerçekleşti. Yaşadığım mutluluğu kesinlikle tarif edemem. O mutluluk sırasında Fade to Black başlayınca doğal olarak gözlerim de doldu. Asıl tüylerimi diken diken eden şey ise tüm şarkıları bir stad dolusu insanla hep bir ağızdan söylemek oldu. İnanılmaz bir duyguydu. Hala, "Master, Master!" diye inleyen İnönü gözümün önünden gitmiyor. Şahsen Türkiye'ye gelen başka hiç bir grubun böyle bir güce sahip olabileceğini zannetmiyorum. Bu kesinlikle Metallica'ya özel bir durum. Zaten bu yüzden efsaneler.


Aramızda 548795 km falan olsa bile James'i kanlı canlı görmek mükemmel bir histi. O, sahne büyüklüğündeki dev ekranı koyanı alnından öpmek istiyorum. Sayesinde James'i, dişinin arasındaki ekmek kırıntısına kadar görebildik.^^ Bu arada zaten karizması, yakışıklılığı ve enerjisi ile beni benden alan James en az 10 yaş gençleşmişti. Konser boyunca izleyicilerle konuştu, bizi ve İstanbul'u övdü de övdü. Bir ara penaları dişlerine takarak vampir oldu, Death Magnetic avrupa turnesinin  son konserinin İstanbul konseri olduğundan bahsederken ağlar gibi yaparak stadı güldürdü. Yalnız biz değil Metallica üyeleri de halinden oldukça memnun görünüyordu. Konser bittikten sonra bir türlü sahneden ayrılamadılar. Avuç avuç pena dağıttılar. Ben o sırada penalardan kapamadığım için kıskançlıktan ölüyordum. Giderken en kısa zamanda geri gelecekleri sözünü verdiler. Dört kez gelen beşinciye de gelir düşüncesiyle sözlerini tutacaklarına canı gönülden inanıyorum. ^^


Yani diyeceğim o ki, Metallica konseri benim için rüya gibiydi. Neredeyse çocukluğumdan beri sevdiğim, beraber büyüdüğüm grubu canlı izleme şansını yakaladım. Odamda bağıra çağıra, kendimden geçerek söylediğim şarkıları koca bir kitleyle beraber söyledim. 24 yıllık hayatımın en unutulmaz 2 buçuk saatini geçirdim. Daha ne isterim ki? Elbette, bir daha gelmelerini ve yeniden bizleri coşturmalarını isterim! Hatta iki üç ayda bir gelseler arayı fazla açmasalar isterim. ^^