28 Haziran 2010 Pazartesi

Hepimiz Asiyiz, Hepimiz Metalciyiz, Hepimiz Sonisphere'ciyiz!

Nasıl anlatsam, nerden başlasam bilemiyorum. Sonisphere'i, Türkiye'de yapılacağı haberi  nete düştüğü günden beri anlatılamaz bir heyecanla bekliyordum. Yaklaşık üç ay önce, biletlerin piyasaya çıkmasının dördüncü gününde beş kuruş parasız kalma pahasına kombinemi almış, hazır ol vaziyete girmiştim. Tabii bu heyecanımın özel bir sebebi vardı, o da Metallica'nın dördüncü kez İstanbul'a gelecek olmasıydı. Ama, dün akşamki Metallica konseri sonrası henüz dünyaya geri dönüş yapamadığım için şu an Metallica'dan bahsedemeyeceğim. Metallica'nın ve bu konserin hayatımdaki yerini tarif edebilmem için öncelikle kafamı toparlamam gerekiyor.

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 1-Gün Rammstein Günüdür!

Sonisphere'de ilk gün ortama alışma modunda geçti. Tabii tüm haftanın yağmurlarla, gök gürültüleriyle geçmesi gözümüzü korkutmamıştı.Yedek çoraplar mı desem, naylon poşetler mi desem, kalın kalın sweatshirt'ler mi desem, çantamızda yok yoktu. Her türlü hava muhaletefine karşı hazırlıklıydık. Ama gel gör ki tanrım metalcileri seviyormuş yağmursuz, çamursuz mis gibi üç halikulade gün geçirdik.^^ Cuma günü stada vardığımızda sahnede Stone Sour vardı. Kapıdan girerken, içeriden gelen müzik sesiyle öyle bir gaza geldik ki, yürüyüşümüz bile değişti. Slipknot'ın vokali olarak bildiğimiz, artık maskesiz haline aşina olduğumuz bebek yüzlü Corey Taylor karşıladı bizi. Azından 'fuck' eksik olmayan Corey ve tayfasından sonra ise Pentagram sahnedeydi. Pentagram için söylenecek pek bir şey yok. Sanki CD'den dinliyor gibiydik. O derece muazzam çaldılar. Ama ses sistemi yapacağını yaptı. Bir süre sonra vokalin sesini uğultu şeklinde duymaya başladık. Bu arada Pentagram'ın vokali Murat İlkan'lı son konseriymiş bu. Kendisi sağlık sorunları nedeniyle gruptan ayrılıyormuş.
Pentagram sonrası sıra Alice in Chains'e geldiğinde içimden bir şeyler kopuyor gibi hissettim. Zamanında delicesine sevdiğim grup karşımdaydı ama Layne yoktu. Them Bones'la başlayan konser boyunca aklımda hep Layne ve Alice in Chains anılarım vardı. Layne öldükten sonra döktüğüm gözyaşları, lise çağlarıma denk gelen zaman diliminde sırama, çantama gördüğüm tüm boş yerlere  çizdiğim mavi saçlı melek olmuş Layne'ler... Tüm bu düşünceler arasında geçen konserin son parçası Rooster olunca haliyle gözlerimin dolmasına karşı koyamadım.
Alice in Chains sahneden indiğinde yoğun duygular içindeydim. Ama saatler 21.00'i gösterip, dev ekranda geri sayım yapan kronometre 00.00 olduğunda, Rammstein karşımızdaydı. Sahne büyüklüğünde bir Alman bayrağı ile bomba gibi bir giriş yaptılar.Rammstein için söyleyebileceğim tek bir şey var: Hiç kimse Rammstein izlemeden konser izledim demesin! Sahne show'u kelimelerle anlatamayacağım kadar etkileyiciydi. Enerjileri desem, yok onu da tarif edemeyeğim. Rammstein, İnönü'yü yaktı geçti! Hiç şüphem yok çoğu insan olay şarkı Pussy'de nasıl bir show olacağını merak ediyordu. Ama gördük ki Rammstein Türkiye diye muhafazakar davranmadı. Till, sabun kopüğü ve konfetilerden oluşan sözde spermlerini seyircilerin üzerine saçmaktan hiç çekinmedi. Bu arada Rammstein hatırasıdır diyerek ben de hiç çekinmeden, Till'in konfetilerden çantama attım.^^ Özetle Rammstein'a doymadık, doyamadık! Yeniden gelmeleri için dualara başladık!

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 2 -En Zayıf Halka

Festival'in ikinci günü için söyleyeceğim pek bir şey yok. Tek aklımda kalan Manowar bascısı Joey DeMaio'nun beş dakikadan fazla türkçe konuşmasıydı. Big Four'a çok içerlemiş ki türkçe olarak "Festivale dört büyük grup gelecek diyorlar. Si.tir ordan!" diyerek stadı alkışlarla inletti. Bu arada ilk günün acemiliğini üzerimizden attığımız için içeride 7.5 liraya satılan bira kazığını yemedik. Kapıda içip, kafalar güzel olduktan sonra içeri girerek akıllıca davrandık ^^

Sonisphere'den Akılda Kalanlar: Day 3-Efsane Geri Döndü!

İşte beklediğim gün! Metallica sahnede! Stad yıkılıyor! Daha önce de dediğim gibi hala dünün etkisinde olduğum için Metallica konseri hakkında bir şey yazamıyorum. Ancak kendimi hazır hisetiğimde, etkisinden çıktığımda bir şeyler yazabileceğim. Festivalin üçüncü günü, bir önceki gün olduğu gibi hem kapıda içtik hem de içeriye pet şişelerle kırmızı şarabımızı soktuk. Birayı 7.5 liraya satanlara selam olsun! Ayrıca artık deneyimli olduğumuz için önceki günlerdeki gibi tuvalet sırasında yarım saat beklemek yerine, unisex hale gelen erkekler tuvaletini kullanarak kendimizce süpersonic bir çözüm bulduk.^^ Günün olayı elbette Big Four'du. Sırasıyla Anthrax, Megadeth, Slayer ve Metallica sahne aldı.

Kısacası, geçen üç gün rüya gibiydi diyebilirim. Delicesine yoruldum, sırtım, omuzum, kolum, bacağım her yerim ayrı ağrıyor ama üç gün daha olsaydı yine aynı enerji ve heyecanla giderdim. Sonisphere 2010 İstanbul mükemmel geçti, bitti. Peki Sonisphere 2011 İstanbul'a kimlere gidiyoruz? ^^

17 Haziran 2010 Perşembe

Sahi Bir True Blood Vardı, Ne Oldu Ona?

13 Haziran 2010 itibariyle kanlı canlı dizi True Blood 3. sezona siftahı açtı efendim. Dizi uzun bir ara verdiğinden, gözden uzak olan gönülden de uzak olur hesabı, heyecanımı ve ilgimi kaybetmiştim. Ne yalan söyleyeyim, haziran başlarında yeni sezon tanıtımları, mini bölümler yayınlanmaya başlayınca hatırladım. 'Sahi bir True Blood vardı, ne oldu ona?' şeklinde muabbetler dönmeye başladı. Gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti eski bölümler. Yok, yok, hayır! Gözlerimin önünden geçen Eric ve adonis kası ile bebek yüzlü Rene'den başka bir şey değildi. ^^

Yaklaşık 9 aylık aradan sonra bomba gibi bir bölümle dönmesini bekliyordum True Blood'un. Ama son derece sıradan bir bölümle karşı karşıya buldum kendimi. Sezon 3 - bölüm 1, aylardır dizinin başlamasını bekleyenleri, ilk bölümde yaşanılan heyecağını halen taşıyan sadık izleyicileri tatmin edebilir ama benim gibi heyecanını geçen aylarla yitirmişler için eften püften gelecektir.

Yeni sezon dedim, yenilikler olur belki dedim ama nafile. Ne Eric'in göz altı torbaları, ne Bill'in Şevket Altuğ saçları, ne Sookie'nin ayrık dişleri ne de Sam'in köpek yavrusu bakışları değişmiş. Aynı tas aynı hamam. Bu sezon teşrif edecek kurtadamlar konusunda ise son derece endişeliyim. Bir an geliyor, güzelim dizinin bir anda Twilight 'a dönmesinden delicesine korkar halde buluyorum kendimi. Sonra kendi kendime 'Sonuçta dizinin arkasında kapı gibi Alan Ball var, yüreğini ferah tut.' diyerek teselli ediyorum.

Vampirleri, shapeshifter'ları, başlangıç jeneriği, Eric'i ve şimdi de kurtadamları...
Ne olursa olsun çok karizmatik dizi şu True Blood. 'Vay be!' dedirten bir başlangıç yapmasa da ileride bizleri bekleyen bomba bölümler olduğuna inanıyorum. Umutsuzluğa kapıldığımız anlarda derin bir nefes alıyoruz ve ne diyoruz: 'Sonuçta dizinin arkasında kapı gibi Alan Ball var.' Baktık o da fayda etmiyor sözüm size kızlar, güzeller güzeli viking Eric'e odaklanıp gerisini boşveriyoruz. ^^

13 Haziran 2010 Pazar

Robotum, Robotsun, Robot

Dün akşam, ne izlesem ne izlesem diye düşünürken I'm a Cyborg but That's Ok çarptı gözüme. Şimdiye kadar nasıl izlemem, nasıl gözümden kaçar diye lanet ettim kendime. 'Bir filme aşık olma' halet-i ruhiyesi içine girdim ki, giriş o giriş...
Meşhur intikam üçlemesinden sonra Chan-Wook Park'dan, I'm a Cyborg but That's Ok gibi meyveli pasta tadında bir film nasıl çıkmış diye düşünmeden edemedim. Sonra araştırmacı gazeteci kimliğimle internet alemlerine bakındığımda öğrendim ki, Park bu filmi kızının izlemesi için yapmış efendim. Sanırsam kendisi Cyborg'un beyaz önlüklüleri kan revan içinde bıraktığı sahneleri çekerken kızının izleyeceğini unuttu.Ya da 'Gözünü kapatırız iki dakika, bir şey olmaz.' deme olabilitesi de mevcut. Artık orası babayla kızı arasında, bilemeyeceğiz. ^^
I'm a Cyborg but Thats Ok'in tüm masalsılığına rağmen karanlık bir yapısı olduğu doğru. Yoksa, önce bileğini kesen sonra elektrik kablolarını kestiği yere sokan, fişi prize takmak suretiyle şarj olmaya çalışan kendince robot bir kızın görüntüsünin iç açıcı olduğunu söylemek zor. Bu noktada bir kez daha yönetmenin ismine dikkat çekip kaldığım yerden devam ediyorum. ^^
Bütününe bakacak olursak, I'm a Cyborg but Thats Ok, sevimlinin sevimlisi bir film. Tek cümlelik özetle; kendini robot zanneden şirine bir kızın, akıl hastanesinde yaşadıklarını anlatıyor. Filmde, akıl hastanesindeki hayat öyle bir anlatılmış ki, ancak Park gibi arıza bir yönetmen bu dünyayı böylesine işleyebilir dedirtiyor. Hayal gücüne hayran kalmamak elde değil. Romantizm, dram, komedi üçgeninde dolanan film, masalsı bir anlatımla birleşince ortaya seyrine doyum olmayan olağanüstü bir dünya çıkmış. Seyrine doyum olmayan dedim ama kendimle çelişmek pahasına filmi biraz fazla uzun bulduğumu itiraf ediyorum. Sanki ortalardan yarım saatlik bölüm atılsa pek birşey değişmezmiş gibi. Tabii bu, filmin muazzam olmasını gölgelemiyor. O yüzden üzerinde fazla durmuyoruz. ^^
Peki Cha Young-goon rolündeki Im Soo-Jung'un güzelliğine ne demeli? Adeta oyun hamuruyla yapılmış, şirinlik muskası insan Soo Jung'a hayran kaldım, bayıldım! Ben de o saçlardan istiyorum! Film bittikten sonra 'Saçlarımın diplerini mavi yapsam ne olur ki?' şeklinde düşünce baloncukları kafamda belirdi mi? Belirdi. ^^

Son olarak söyleyebileceğim, defalarca izlesem bıkmayacağım I'm a Cyborg but That's Ok'den beynime kazınan: Aşk; robot sevdiceğin sırtına, yemeği enerjiye dönüştüren aparat takmaktır. ^^

4 Haziran 2010 Cuma

Karışık Mezuniyet Kasedi

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 1: Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş...
Universitedeki ilk günümü hatırlıyorum.  Bir elinde öğrenci kimliği diğerinde ders çizelgesi, sınıfını bulma çabasıyla kan ter içinde kalmış, heyecanlı olduğunu belli etmemeye çalışan ama heyecandan dizleri titreyen bir birinci sınıf öğrencisiydim. Önümdeki dört sene dramaturji okuyacaktım. Bölümüm öyle karizmatikti ki duyanların "Ay harika!", "Ay çok güzel!", "Ay süpermiş!" gibisinden tepkileri havama hava katıyordu. Hoş hala da katmaya devam ediyor. Önümde tiyatroyla, oyunlarla, yazılarla dolu dört uzun sene vardı. Ayrıca yepyeni insanlarla tanışacaktım, arkadaşlar edinecektim. Hatta öyle bir kız çıkacaktı ki beş sene sonunda kendisiyle an olsun ayrılamadığımız için bir çift terlik muamelesi görecektik. Tabii bunların gerçekleşmesi için öncelikle sınıfımın yerini bulmam gerekiyordu. ^^

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 2: Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım...
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Kampüsü binasının labirent koridorlarını bilen bilir. Bir kez girildi mi çıkışı bulmak için insan üstü çaba sarfetmek gerekir. Kaybolmak istemeyenler Hansel ve Gretel'den feyz alıp geçtikleri yerlere ekmek kırıntısı bırakır. "Nimet yere atılmaz!" diyenler yaradana sığınıp gönül gözüyle sınıflarının yerini bulmaya çalışır. Başka grup çareyi Michael Scofield misali okulun mimari planlarını sırta dövme yaptırmakta arar. "Etliye sütlüye karışmam, kendi yolumu sora sora bulurum." diyen bir kısım gençten uzun süre haber alınamaz ve peşlerinden arama ekipleri gönderilir. ^^

'Karışık Mezuniyet Kasedi - Track 3: "Bu gece son, biraz sonra, bu kapıdan son kez çıkıp yine kendimi vuracağım yollara..."
Şimdi düşünüyorum da bahsi geçen zorlu koridorları adım gibi ezberlememe sebep olan beş sene geçirmişim şu okulda. Ne vizeler, ne finaller geçmiş... Ne dedikodular yapılmış, ne kahkahalar atılmış...Arkadaşlıklar kurulmuş, bazıları yıkılmış. Şimdi ise sona gelmişiz. Üniversite mezunu, işsiz yetişkinler olmamıza sayılı günler kalmış. Hepimiz 'Karışık Mezuniyet Kasedi' tadında cumartesi yapılacak mezuniyet eğlencesini düşünüyoruz. Elbiseler alınmış, topuklu ayakkabılar çıkmış, saç modelleri kararlaştırılmış. Henüz finallerin açıklanmamış olduğu gerçeğini yok sayarak mezun moduna giren biz öğrenciler için tek diyeceğim ise: Sakın ha bütlerde görüşmeyelim! ^^